Öne Çıkan Yayın

Hotspot Nedir? Nasıl Kullanılır?

Hotspot akıllı telefonlara sahip olan kişilerin sim kartlarına tanımlı olan mobil verileri diğer kullanıcılar ile Wi-Fi aracılığı paylaşması...

Şamanizm Nedir ?

Bilindiği gibi Anadolu Türkmen dervişlerinden, Orhan Gazi’nin çağdaşı Geyikli Baba’nın geyiklerle beraber yürüdüğü ve geyiklere bindiği ‘Bektaş Veli’nin şahin kıyafetine girerek, uçup gitmesi, Karaca Ahmat Oğlu Hacı Doğrul’un doğan kuşu suretine girmesi, güvercin suretine giren Sultan Hacimi yakalamak istemesi’ gibi efsanelerin hepsi ‘evrak’ ve ‘ijö lül’ menşeli Şamanizm unsurlarıdır. Halen Geyikli Baba’nın geyiğine binerek gezmesi hakkındaki hikaye Altaylı Şamanların (kamların) okudukları dualarda, ‘bindiğim hayvan geyik’ sözlerini hatırlatmaktadır.

Görüldüğü gibi Anadolu; erenleriyle, evliyalarıyla, Türkmen dervişleriyle, kahramanlarıyla, efsaneleriyle, Türkçe diliyle, destanlarıyla, kendine özgü felsefesiyle, Mevleviler’in, diğer tarikat mensuplarının ve Aleviler’in kutsal sayılan sema samah ayinleriyle Anadolu Türk Kültürü’nün özünü oluşturmuştur.
 Böylece, Türkler’in anayurdu Orta Asya’nın ve Şamanlığın, Anadolu Türkleri’nin yaşamında oluşturduğu kültür izlerini birçok açıdan sürebiliyoruz.”

İçi çe geçmiş evrenler Şamanizm’in temelidir...
 “Şamanizm evrensel bir eksenin gereğinde birinden diğerine geçiş imkanı vermek suretiyle evrenin gök ve yeryüzü, yeraltı şeklinde birbiri üstüne konmuş iki veya üç bölge şeklindeki elle tutulamaz bir görüntüsünü içerir, ayrıca kolaylık olsun diye kendilerine (Ruhlar) ismi verilen görünmez fakat zoomorf (hayvan) şekilli olan kalabalık bir varlıklar grubunun da mevcudiyetini gerektirir.”
 Güneş ve Ay Şamanlıkta ne anlama geliyordu?
 Güneş ana, Ay ata olarak biliniyordu. Türkler’de gök, güneş ve yıldızların kültü gelişmiştir. Çağdaş Şaman davulları üzerinde de yıldızların resimleri bulunmaktadır, bu davulları kullananlar bu sembolleri yolların görünmesini sağlayan vazgeçilmez aydınlatıcılar olarak kabul etmektedirler.
 Marko Polo Kubilay zamanında ay ve güneş resimleriyle süslenmiş bayraklardan söz etmektedir.
 Şamanın elbiselerinde de güneşi, ayı bazen onlarla birlikte dünyayı temsil eden metal süsler bulunmaktadır.
 Bitkisel ve ayla ilgili biyolojik yaşamın birbiri ile kesişmesi ölümün ve yeniden doğuşun sembolleri olan Ay’ın ve ağacın açık şekilde birbirine benzetildiği düşünülebilir.
 Su da yeryüzü gibi saflık timsalidir. Türkiye’de su kaynakları kutsal kabul edilir.
 Yedi veya dokuz dalı bulunan ağaç, gövdesi üst delikten geçecek şekilde Yurt’un merkezine ekilir. Şamana evrensel yolculuğunda merdiven görevini görür.”

Davul evrenin resmi midir?
 “Ohlmark omuzlarına kanatlar takan bir Moğol Şamanının hemen ardından kendisini bir kuşa dönüşmüş gibi hissettiğini saptamıştır. Kimi zaman at gagalı bir değnek; evreni yansıtan ve gökte yazılı olanı okumaya imkan sağlayan tunçtan bir ayna, evrensel dansa tempo tuttuğu gibi onu süsleyen astronomik resimlerin de kanıtladığı üzere, davul evrenin resmi anlamına gelmektedir.”
 Dağ, Ötüken ve at Şamanlıkta ne anlama gelir?
 “Dağ, (şamanın, b.n.) yeryüzü çekirdeğinden göğe doğru yükselişini temsil eder, tırmanmak suretiyle onu tanrıya yaklaştıran bir tür erişme ifadesidir. Dualar dağdan daha iyi işitilir, ölüler de sonsuz ikametgahlarında özellikle onu bulamadıklarında daha az uzaklaşmış olurlar.

Ötüken, 'dua eden' demektir.
 At, diğer yerlerde olduğu gibi ölülerin ruhlarına yol gösterici olduğuna inanılır. Oğuzlar’da birlikte gömülen atların, atlar tarafından onu cennete götürüldüğüne inanılır. Azerbaycan’da koyun ve at figürlü mezarlar bulunduğu gibi lahitlerin yanında at figürü üzerinde süvari motifli Müslüman mezarlarını 19.asrın sonlarına kadar görmek mümkündür. Anadolu’da da böyle bir mezar Bitlis’de vardır.”
  
 İnsan hem tek hem de çoktur!..
 “Var olan her şey gibi insanın da hem bir tek hem de birçok olduğuna inanılırdı. Ruhlarının tümü, aynı zamanda ve bir yerde bulunurdu. Bu ruhlar onun dışında, kanında, kemiklerinde soluğunda bulunur, vücudunda dolaşır ve her biri yaşamlarını, o insanın ölümünden sonra çeşitli yerlerde, ‘tıpkı yaşayanlar arasında bulunuluyormuş gibi’ var olunan gökte, ‘ataların totemik bölgesinde’, mezarın içinde, sancakta, ‘balballar’da sürdürebilir, başka bir vücutta yer alabilir, ayrıca, dolaşıp durur ve birer hayalet olarak yaşayanları tedirgin etmek için geri gelebilirdi.”


 Şamanlık yalnızca Türkler’de mi vardır?
 “...Şamanlık bir din değildir. Nitekim, Hristiyan şamancılardan, Kırgız/Tatar Müslüman şamancılardan söz edilmesi bunu gösterir. Ayrıca, Şamanlık yalnız Orta Asya ve Sibirya’ya özgü değildir. Bunu Okyanusya’da, Kuzey Amerika ve Endonezya’da da buluruz. Ancak, Orta Asya ve Sibirya Şamanlığı içinde Altaylılar, özellikle Türkler en önemli kolu oluşturur.”

Şamanizm nereye aittir?

“Şamanizm, her ne kadar başka yerlerde izlerine rastlasak ve bugün hemen her yerde bu tekniği ortaya çıkaran olaylar gözlemlesek de, aslında Sibirya, Orta Asya ve Kuzey Amerika’ya ait bir olgudur. Evrenin birbirlerine bir eksenle bağlı katlardan oluştuğu inancına sahiptir ve hemen her yerde ve zamanda varlıklarını sürdüren genelde hayvan biçimli görünmez varlıkların olduğuna ve bunların her şeye can verdiğine inanır, ki biz bunları ‘ruh’ olarak tanımlayabiliriz.”

 Kam’ı kim tayin eder?
 “Kamlar, tanrılar tarafından tayin edildiğine göre, ruhların kendisinin hizmetinde bulunduklarına inanan hayali geniş, mistik ve yaradılıştan zeki olan kişilerdir. Tabiattaki bazı sırlara da vakıftır. Kam (şaman) olacak kişi çocukluğundan beri çok düşünceli olur. Vakit vakit canı sıkılır, ta’an şairidir, irticalen şiirler, ilahiler söyler. Deruni ve gerçek vecd halindeyken ruhunun göklere çıktığına ve yeraltına inip, cehennemleri gördüğüne inanır. Urenhaların inançlarına göre , kamların kudreti ilahidir. Göklerden verilmiştir. Bu kudret, şamanın başı üzerinde bulut olarak gelir ve ‘ebekuşağı’ şekline girer, başını, vücudunu doldurur. Bunun içindir ki, her şamanın davulunda ‘ebekuşağı’nın resmi bulunur.”


Kartal tanrının yeryüzüne inmiş şekli mi?

“Kartal göklerde en yükseklerde uçabilen, daha ileride Allah’ın habercisi, belki de Tanrı’nın yeryüzüne inmiş şekli olarak bilinmekte. Eskimolar’da Şamanın gerçek bir Şaman olabilmesi için kartala dönüşmesi inancı vardır. Kuş, insanın ruhunu temsil eder. Ejder, Altay toplumlarında ve çağdaş Sibirya’da gök gürültüsü olayını ejderhaya benzetirler.”
Yukarıda yazdığı gibi şamanlık asla bir din değildir şamanlık tabiatçılık doğacılık ve felsefi bir yaşam şeklidir. Günümüzde Müslüman Türklerde de Hristiyan Türkler de diğer dinlere mensup Türkler de şamanlık bilerek veya bilmeyerek hala yaşanmakta ve yaşatılmaktadır. Nazar boncuğu Muska ğaca bez bağlama Ay veya Güneş tutulmasında davul teneke çalınması Mezar yapma Mezar ziyareti havaya silah sıkmak Gelinlerin beline kuşak bağlanması Kapı eşiğinde durulmaması oturulmaması gibi daha bir çok alışkanlık şamanlıktan gelmektedir.
 Şamanlık mu kıtasından insanlıkla dağılmış bir yaşam şekli ve inanıştır Asya'da Avustralya aborjinlerin de Yeni Zelanda'da da Güney ve Kuzey Amerika'dada Afrika'dada hatta Avrupa'da tüm dünya’dada izlerini bulmak şamanlığı yaşayanlar yaşatanlar bulmak hala mümkündür Kızılderililer de 'hala şamanlığı Altay Cumhuriyeti’nde ki Türkler gibi aynı şekilde yaşamakta yaşatmaktadır. Şamanlık Tabiatçılık ve Doğacılık olduğu için bütün dinlerde de yaşamak yaşatmak mümkündür Orta Asya’da Atalarımız insanlığın ilk dini olan Gök Tanrı dinini sonuna kadar yaşatmışlar Çinlilerle Arapların Kırgızistan sınırları içinde olan Talas ta Yeni Sey ırmağında savaşmaları Arapların Yeni Sey ırmağına geçerken zorlanmaları ve Çinlilerin yoğun saldırısı karşısında nehri geçerken çok büyük kayıplar vermeleri ve savaşı kazanamayacağız deyip geri çekilmeye hatta kaçmaya başlaması üzerine,  Talas dağının tepesinde gizlenip savaşı izleyen o günkü özel kuvvetler diyelim 5 bin Türk atlı savaşçı Arapları destek verme ihtiyacı görülmüştür.
 Arapları bozguna uğratan Çinliler hazır birlik olmuşlar iken bu Çinliler bu kuvvetle bize de saldırır deyip Tepede pusuda bekleyen 5 bin Türk atlı iyi savaşçı dağdan süzülerek Çin ordusuna saldırması sonucu kaçan geri çekilen Araplar da çağrılarak ittifak olunması neticesi Çinliler bozguna uğratılmış yardım ettiğimiz Araplar bize karşı çok büyük bir sevgi saygı göstermişler Araplarla dostluğumuz başlamıştır.
 Arapların o zaman dini olan İslam dini  ve Kuran-ı kerim  incelenip  bizim Gök tanrı dinimizle çok büyük benzerlikler olması sonucu Türklerde Müslümanlaşma başlamıştır. İslamiyette tarikatlar asla yoktur Kuran-ı Kerim-e göre de günahtır On iki imamlara kadar mezhepler bile yoktur On iki imamlarla dört mezhep ortaya çıkartılmış sonrasında da İngilizlerin Ermenilerin ve Musevilerin ayak oyunları ajanları ile tarikatlar kurulmuştur.
 İslam dinide bundan zarar görmektedir Kuran tek tir ve içinde ibadet şeklide tektir fakat kolaylaştırma vardır İslam dini bilim dini ve kolaylık dinidir bunu fırsat bilenler dinden 96 büyük tarikat çıkarmış irili ufaklı 2000 in üzerinde tarikat olduğu söylenir ki Dinimiz de Tarikatçılık günahtır Dini ayrıştırmakta ve Dini  yozlaşma ve sapkınlıklara yol açmaktadır.
Finlandıyalı Estonyalı Litvanyalı Moldovalı Makedonyalı Macaristanlı Gagauzyalı Türk Cumhuriyetleri'nden  Asya'nın değişik yerlerinden ve abd deki Kızılderili Turancılardan   görüştüğüm tüm Türkolog arkadaşlar  Şamanlığın din olarak algılanmasından müthiş rahatsızlar. Şamanlık din değil doğacılık tabiatçılıktır nasıl ki Mevlana ney vs. gibi şeylerle dinimize müziği sokmuş dinimizi sevdirmeye çalışmış ve dinimize felsefi bir anlayış yüklemişse Şamanlıkta tüm dinlere doğacılık ve tabiatçılık olarak bir farklılık güzellik sokmuştur.



Sözde Ermeni Soykırımı Meselesi

Asya ve Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları, Ortaasya, Kafkasya ve Ortadoğu’daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.
Geçmişte Osmanlı devleti, bugün de Türkiye, bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı çeşitli entrikaların çevrildiği bir alan olmuştur. Osmanlı devletini parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler, bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri kullanmışlardır.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de, Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımla suçlayan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar parlamento gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmektedir. Gerçekte tarihçilere bırakılması gereken bu konular, siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülmektedir.
Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu’nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici anlayış ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, “Ermenilerin altın çağı” olmuştur. Osmanlı devletinin çalışan, liyakatli, dürüst ve becerili her vatandaşına sağladığı imkanlardan gayr-i müslimler içinde en çok faydalananlar Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka” olarak kabul edilmişlerdir. Bu çerçevede Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, hatta Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar olmuştur. Hatta Osmanlı devletinin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler de yazmışlardır.
Ancak Osmanlı devletinin zayıflamaya başladığı dönemlerde, hemen her konuda Avrupa’nın müdahalesi baş gösterince, Türk-Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma başlamıştır. Batılıların özellikle misyoner din adamı kisvesinde, Osmanlı devleti içine soktuğu provokatörlerin faaliyetleriyle Ermeniler; dini, kültürel, ticari, sosyal ve siyasi açılardan Türk toplumundan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Böylece, çoğu defa Türklerin zararlı çıktığı trajik olaylar başlamış, Doğu Anadolu’da başlatılan ve İstanbul’a kadar yayılan isyan hareketlerinde binlerce Türk ve Ermeni hayatlarını kaybetmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ise; Osmanlı askeri olarak düşmanlara karşı savaşan veya geri hizmetlerde çalışan Ermenilere karşılık, Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler, yüz binlerce Müslüman’ın hayatına kastederek Doğu Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir.
Devletin bunları yatıştırmak ve durdurmak için aldığı tedbirler istismar edilmiş ve dış devletlerin tahrik ve vaatleriyle Ermeniler, bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.
Anadolu dışında kurulan Hınçak, Taşnak, Ramgavar, Hınçak İhtilal Komitesi, Silahlılar Cemiyeti, Ermenistan’a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halas Cemiyeti ve Karahaç Cemiyeti gibi örgütler, halkı silahlı ayaklanmaya sevk etmişlerdir.
Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı içinde, Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu’da, bir yandan cephede Rus ordularıyla ve Rusların yanında yer almış olan Ermeni kuvvetleriyle savaşmak zorunda kalmıştı. Diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordunun ikmal tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Ayrıca hem cephede hem de cephe gerisinde savaşmak durumunda bırakılmasına rağmen, 9-10 ay, cephe gerisindeki önemli tehlikeyi “mahalli tedbirlerle” çözüme ulaştırmaya çalışmıştır. Bu arada, 24 Nisan 1915’te, cephe gerisinde faaliyette bulunan Ermeni komitecilerine yönelik bir operasyon yapmış ve vatana ihanet eden 2345 komiteciyi tutuklamıştır.
Komitecilerin dışında özellikle Rus sınırına yakın bölgelerdeki Ermeni halkın da devlete isyan halinde olduğunu görünce, son çareye başvurmuş ve bölgedeki Ermenilerden sadece isyan hareketine karışanları savaş bölgesinden alıp, ülkenin emniyetli bölgelerine “sevk ve iskâna”, o dönemdeki ifadesiyle “tehcir”e tabi tutmuştur. Bu uygulama ile aynı zamanda her şeyden önce cephe gerisinde iç savaş ortamında bulunan Ermeni halkın can güvenliği sağlanmıştır. Çünkü Ermenilerin bölgedeki Türklere yaptıkları katliam ve mezalimin karşılığını müslüman halk da vermeye başlamıştı.
Ermenistan ile bir takım siyasi ve ekonomik çıkarlar için Ermenileri kullanan bazı devletler, yer değiştirme uygulamasını ve 24 Nisan’daki tutuklamaları bir “soykırım” gibi göstermek ve dünya kamuoyunu bu konuda ikna etmek için yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir(1).
Oysa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı devletini işgal eden devletlerden İngilizler, aralarında Osmanlı siyasi ve askeri liderleriyle önde gelen aydınların da bulunduğu 143 kişiyi “Ermeni olaylarında savaş suçu işledikleri” gerekçesiyle tutuklayarak Malta adasına sürmüş ve hapsetmiştir. Suçlamalarla ilgili olarak Osmanlı, ABD ve İngiliz arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Buna rağmen, Malta’daki tutuklular hakkında iftiraları kanıtlayacak deliller mahkemeye sunulamamıştır. Sonuç olarak Malta'daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapılmadan 1922'de serbest bırakılmışlardır.
Ancak Türkleri sözde soykırımla suçlama gayretleri durmamış; Malta’daki yargılama sürecinde İngiliz basınında Osmanlı Hükümeti’ni sözde soykırım ile suçlayan ve bu konuyu ispata yeltenen bazı uydurma belgeler yayınlanmıştır. Söz konusu belgelerin General Allenby komutasındaki İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından Suriye'deki Osmanlı Devlet Dairelerinde ortaya çıkarıldığı iddia edilmiştir. Ancak, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından sonradan yapılan soruşturmalar, İngiliz basınına verilen bu belgelerin İngiliz ordusu tarafından ele geçirilen belgeler olmayıp, Paris'teki Milliyetçi Ermeni Delegasyonu tarafından müttefik delegasyonlara gönderilen yazılar olduğu anlaşılmıştır(2).
Bütün bu gerçeklere rağmen, sözde soykırım iddialarını gündemde tutmak için olağanüstü gayret sarf eden Ermeni komiteleri, terör eylemlerine yönelmişlerdir. 1965'ten sonra, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerin, Türkiye aleyhine başlattıkları karalama kampanyasıyla dünya ve Türkiye kamuoyunda varlığını hissettiren sözde Ermeni Sorunu, 1970'li yıllardan itibaren yurtdışındaki Türk temsilciliklerine yönelik terör eylemlerine dönüşmüştür.
Gurgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni’nin 27 Ocak 1973'de ABD'nin Santa Barbara kentinde, Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü", 1975'den itibaren tıpkı 1915 öncesinde olduğu gibi "Örgütlü Ermeni Terörü"ne dönüşmüştür. Yurtdışındaki Türk görevliler, diplomatlar, elçilikler ve kuruluşlarına yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.
Ermeni teröründe, Türkiye’deki iç huzursuzluğun zirveye çıktığı 1979 yılından itibaren büyük bir artış gözlenmeye başlanmıştır. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda 42 diplomatımız ile 4 yabancı hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır(3).
Ermeni terör örgütleri, dış dünyanın tepkileri üzerine 1980’li yıllarda taktik değiştirerek, PKK terör örgütü ile işbirliğine girmişlerdir. 1984 yılında PKK sahneye çıkarılmış ve Asala-Ermeni terörü geri plâna çekilmiştir. Belgeler, Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA ile PKK militanlarının birlikte eğitim gördüklerini ortaya koymuştur.
Türk güvenlik güçlerinin PKK terörü ile mücadelede başarı sağlamasının ardından Ermeni komiteleri, sözde iddialarını Ermenistan devletinin açık desteği ve Ermeni Diasporası aracılığıyla sürdürmeye devam etmektedirler. Çeşitli ülke parlamentolarından “sözde Ermeni Soykırımı”nı kabul eden yasaların ve önerilerin çıkmasını sağlamaya çalışarak, asılsız iddialarını dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Amaçları, sözde iddialarını tüm dünyaya “tanıtmak”, Türkiye’yi bu temelsiz iddiaları“tanımak” zorunda bırakmak, sözde soykırımdan dolayı Türkiye'den "tazminat" ve"toprak" almak ve "Büyük Ermenistan" rüyasını gerçekleştirmektir.
Aslı Türkiye Cumhuriyetini çökertmek ten ibaret tir çünki güçlü bir Türkiye Türk Birliğini kurup yeniden cihan devleti olur bu emperyalist güçler için yok olma sömürememe demektir.
Kendi lehlerine olan Dünya dengelerinin ellerinden kaçması demektir.

Kürtçülerin ve Siyasal İslamcıların Dayanışması


 Türkiye'de ümmetçi kafa yapısına sahip olanlar karşılarında en büyük düşman olarak Türkçülüğü görmüşlerdir. Zaten, bir dine mensup olan insanların, hangi ırktan olurlarsa olsunlar, birlikteliğini savunan ümmetçilerle; hangi dine mensup olursa olsun bütün Türklerin birliğini savunan Türkçülerin anlaşması beklenemezdi. Burada ilginç olan, ümmetçilerin yalnızca Türk milliyetçiliğini düşman görmeleri, buna karşılık Kürt, arpa gibi toplulukların milliyetçiliklerine ses çıkarmamaları hatta bunları desteklemeleridir. Biz de bu yazıda, bahsettiğimiz ümmetçi – Kürtçü dayanışmasının görünümlerini, sebeplerini ve sonuçlarını incelemeye çalışacağız.

Türkiye tarihine göz gezdirenler, ümmetçi – Kürtçü dayanışması ile ilgili birçok örnek bulabilirler. 13 Şubat 1925 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türk milletine karşı isyan eden ve Musul'u kaybetmemize yol açan Şeyh Sait buna bir örnektir. Aslında, vatan haini olduğu için idam edilen Şeyh Sait'le aynı yoldan fakat farklı yöntemlerle ilerleyen bir başka hareket de kendisini "zamanın harikası (=bediüzzaman)" olarak nitelendiren Said-i Kürdi'nin "nurculuk" hareketidir. Cahil ve yarı deli bir Kürt olan Said-i Kürdi (yahut başka bir adıyla Said-i Nursî) hareketi, ümmetçilik ile Kürtçülüğün nasıl yan yana geldiğini göstermesi bakımından bir şaheserdir. Kürtlere övgüler düzen Kürt Sait, bir Kürt milliyetçisi olduğu halde İslamcılıktan dem vurarak ümmetçileri etrafında toplamış, Türk milletine maddi-manevi darbeler vurmuştur. Türklerin milli duygularını köreltmekten başka hiçbir işe yaramayan nurculuk, ne acıdır ki bünyesine Kürtlerle birlikte tertemiz Türk çocuklarını da katmakta, yarın Türk ordusunun yiğit bir askeri yahut Türk devletinin şerefli bir çalışanı olması muhtemel Türk gençlerinin geleceğini ümmetçilik ve gericilik zehri ile karartmaktadır. Nurculuğun, dolayısıyla Kürt Said-i Nursi'nin ardına takılanlar, aslında Kürt milliyetçiliğine hizmet ettiklerini bilmeden tatmin olmaya çalışmaktadırlar. Ümmetçiliğin ve Kürtçülüğün iç içe geçtiği en geniş kapsamlı ve en tehlikeli hareket, işte bu "nurculuk" hareketidir.

Günümüzde ümmetçi - Kürtçü ittifakı ile ilgili olarak gözlemlenmesi çok kolay örneklere rastlamak mümkündür. Eğer İslamcı-ümmetçi televizyon kanallarını beş dakika izleyebilmek eziyetine katlanabilirseniz, bu televizyon kanallarının nasıl ve ne derece Kürt propagandası yaptıklarına şahit olursunuz. Kürtler ve onları yönlendiren güçler bir hareketin gelişiminde propagandanın ve buna bağlı olarak basın-yayın organlarının öneminin farkındadırlar. Israrla kurmak istedikleri Kürt televizyon ve radyo kanallarıyla ulaşmak istedikleri gaye de Kürtlüğün ve Kürtçülüğün propagandasını yapabilmektir. Fakat elbette ki bu kanalları kuruncaya kadar boş durmayacaklardır. Bu süreç içerisinde ümmetçi televizyon kanalları Kürtçülerin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Amerikancı takımın da bu konuda ümmetçilerden geri kalmamaya gayret ettiğini söylemeliyiz.

Ümmetçilerin Kürtçülere destek olduğu apaçık ortadadır. Peki, sözde İslam Birliği'ni savunan ümmetçiler milliyetçiliğe karşı oldukları halde neden çifte standart uygulayıp Türkçülüğe düşman kesilirken Kürtçülüğü desteklemektedir? Bir kere din olgusunun milliyet kavramını yok edemediği, esasen dinin özünde böyle bir gâye de olmadığı, bu sebepten dolayı bütün Müslümanların tek çatı altında toplanamayacağı bütün aklı başında insanlar tarafından bilinmektedir. Hatta, ümmetçiler de söylemek istemeseler dahi bu gerçeğin farkındadırlar. Bu yüzden onların Kürtçülüğe destek vermek istemelerinde başka sebepler aramak gerekir. Bu sebepler siyasi ve ırki sebeplerdir. Ümmetçilerin içindeki yoğun Kürt nüfus ve nüfuzu onları böyle davranmaya zorlamaktadır. Bunun dışında, ülkeyi kargaşa ortamına sürüklemek, böylece yeni bir rejimin, "şeriat düzeni"nin ülkede egemen olması için uygun bir ortam yaratmak düşüncesi de ümmetçilerin Kürtçülerle ortak hareket etmesindeki nedenlerden biridir.

Ümmetçi - Kürtçü dayanışmasının nedenlerini anlamak kolay olduğu gibi ümmetçilerin Türkçülük düşmanlığını anlamak da kolaydır. Ümmetçiler bu ülkeyi "şeriat düzeni" içerisine sokmak, Arap yazısını geri getirmek ve yeniden ümmet düzenine geçişi sağlamak niyetindedirler. Oysa Türkçüler, "Son Başbuğ" olarak kabul ettikleri Ulu Önder Atatürk'ün getirdiği düzenin yılmaz koruyucularıdırlar. Türkçülük, Atatürk'ün laiklik anlayışının hırpalanmasını engellemek için bir kale gibi durmakta ve bu yüzden laiklik düşmanı ümmetçi yobazların saldırılarına hedef olmaktadır. Yobazlar bu devleti yeniden Arap dünyasına yakınlaştırıp karanlıklara boğmak isterken, Türkçüler, Atatürk'ün fikirleri doğrultusunda medeni bir Türk dünyası yaratmak amacı güderler. İşte bütün bu sebeplerden ötürü ümmetçiler de Kürtçüler de Türkçülüğe düşmandırlar ve bu düşmanlık onları yan yana getirmektedir. Asil Türk milletine düşen görev ise bu tehlikelerin farkında olarak kendi ırkını korumaya çalışmaktır. Türkler, bu yolda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Kanından olmayana güvenme" sözünü Kürtçülere karşı parola edineceklerdir. İslamcılara ise yine Son Başbuğ Atatürk'ün şu sözünü haykıracaklardır:


"Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz! En doğru ve en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır."

İran'da Azerbaycan: Güney Azerbaycan


 Kuzey Azerbaycan Türkleri'nin bu asrın başlarında s.s.c.b. ye karşı başlattıkları istiklâl mücadelesi, çok geçmeden İran’ın esareti altındaki Güney Azerbaycan'a da sıçradı.

Nitekim Settar Han önderliğinde Tebriz merkez olmak üzere başlayan istiklâl hareketi başarıyla devam etmiş, fakat 1907'de İran'ı iki nüfuz bölgesine ayıran Rus-İngiliz antlaşmasından sonra sıkıntıyla karşılaşmıştır. Ruslar, Güney Azerbaycan Türkleri'nin kuzeydeki kardeşleri ile birlikte hareket etmelerinden çekindiği için, İngiliz ve İran hükümetleri ile işbirliği yaparak Güney Azerbaycan Türklerinin istiklâl mücadelesine mani olmak için ne mümkünse yapmışlardır. 1922'ye kadar devam eden Güney Azerbaycan istiklâl mücadelesi, İngilizlerden gerekli yardımı alan İran'daki yeni Pehlevi hükümetinin despotça baskıları ile bastırılmıştır.

Güney Azerbaycan Türkleri üzerindeki İran baskısı 1930'lara kadar korkunç bir şekilde devam etmiştir. Bu dönemde devam eden Rus-İngiliz rekabeti, İran petrollerini paylaşmaya yönelince, G.Azerbaycan Türkleri'nin mücadelesi de yeniden ortaya çıkmıştır. İran petrollerinden pay almak isteyen Ruslar ve İngilizler, Azerbaycan Türkler'in mücadelesine açıktan destek vermeye başlamıştır. Bu gelişmelerden istifade eden Güney Azerbaycan Türkleri, isyan ederek İran şu iki hususun yerine getirilmesini istemişlerdir:

1. Azerbaycan'da Türk'çe tedrisat yapan okulların açılması izni,

2. Azerbaycan'a Otonom bir statünün verilmesi. İran hükümeti bu istekleri reddedince Azerbaycan Türkleri haklarını silahla almaya kalkışmış. Azerbaycan'daki İran askerî ve sivil makamlarını kısa zamanda tasfiye eden Azerbaycan Türk'leri ülkelerinin tamamını kontrolleri altına almışlardır. İran'a bağlı olarak Otonom Azerbaycan Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Böylece, kültürel ve ekonomik alanda otonom haklara sahip Azerbaycan Cumhuriyeti kurulmuş oluyordu.

Fakat İran tekrar buraya ordu ve güvenlik güçleri ile tekrar işgal edip yeniden esareti altına almış ve İran’ın baskıcı tutumu ve her defasında baskılara karşı isyan edip ayaklanma zorunda kalan kardeşlerimiz bu bölgede bir türlü huzur ve sükûnetine görememiştir. Bu böyle hep devam edip gelmiştir.

İran Türk'leri Türkiye'nin yanı başında ve o kadar büyük bir kitledir ki İrandaki en büyük etnik kitledir ne 2 milyonluk İran Arapları, ne 3 milyonluk Beluçlar, ne Lurlar, nede 6 milyonluk İran Kürtleri, ne 22 milyonluk devleti yöneten Farslar, 37 milyonluk Azerbaycan ve 5.5 milyon Türkmenistan Türkleri kadar nüfusa sahip değildirler. Türkleri en büyük etnik grubu olmasına ülkeyi bin yıldır yönetmiş olmalarına rağmen ülke Farsların yönetiminde olduğu için Türk'ler yok sayılmaktadırlar. Horasan Türk'leri Afşar Türkleri Güney İran Kaşgay Bahtiyari Fars Azerbaycan Türk'leri ise ateşe tapan eski pers toplulukları gibi tanıtılmak istenilmekte asimile edilmeye çalışılmaktadır .

Anadoluya geldiğimiz binlerce yıllık Türk yurdu olan bu coğrafya artık Türk'lerin asimile edilmesi için yaratılmış bir coğrafya haline dönüştürülmektedir

Ancak İranın Fars'çadan başka eğitim dili kullandırtmaması Türk'lere karşı ekonomik ve sosyal baskı uygulaması asimile çalışması içinde olması neticesinde2 Nisan 2011 tarihinde İran'ın kuzey batısı olan Güney Azerbaycan Türk yurdunda Urmiye Gölü'nün kurumaması için İran Hükümetinin Urmiye tuz gölüne gelen suları toplayıp önüne baraj yapmak istemesi göle gerekli suyun gelmeyeceği ve gölün kuruyacağı için halkın çok büyük tepkisini çekiyor.

Urmiye tuz gölünün önüne yapılacak baraj inşaatının gölün kurumaması için durdurulmasını isteyen baraj inşaatına karşı çıkan Azerbaycan kökenli kardeşlerimizin yürüyüşüne İran hükümeti hiç saydı. İran polisi şiddet kullanarak protesto yürüyüşü yapmak isteyen halkı durdurdu yaklaşık üç yüz kişiyi gözaltına aldı ve tutukladı.

Sonrasında bu olaylar yine devam ede geldi çünkü İran rejimi kesinlikle bu insanlara hep görmezden duymazdan geldi ve dünyanın en büyük tuz gölü olan ve Türk'lerin yaşadığı bölgede olan Urmu gölünün kurutulup Türk'lerin değişik bölgelere gitmesini dağılmasını asimile edilmesini hedefleyen tutumu özellikle Azerbaycan Türk'lerini galeyana getirmiş Urmu gölüne yakın olan Türk'lerin buna tepki olarak yürüyüş eylemi yapmak istemelerinde de İranın eylemcilere şiddet kullanması Türk'lere isyana teşvik etmiştir.

Urmu gölünün kurumasının hem Türk'lerin asimilesine yol açacağı endişesi ve bu cennet doğanın çok büyük çevre felaketinede yol açacağı endişesi ile sık sık eylem yapma sesini İran yönetimine duyurma amacı güden Türk'ler her eylemde onlarca tutuklanma ile karşı karşıya kalmış en son 10-11 EYLÜL 2011 eyleminde devleti seslerini duyuramayan gölün kurutulması çalışmalarının önüne geçemeyen bu bölgedeki Türkler bu defa en son 2.5 milyon kişi sokaklara dökülmüş ise resmi olmayan rakamlara göre yediyüzün üzerinde tutuklama olmuş İran güvenlik güçlerinin göstericiler üzerine silahla ateş açması sonucu olaylarda 3 kişi ölmüş onlarca yaralı var deniliyordu ki fakat aldığımız haberlere göre yaralılardan da on kişi daha hayatını kaybettiği yönündedir. Olaya Birleşmiş Milletler el koymuş Birleşmiş Milletler heyeti Güney Azerbaycanlı liderlerle yaptığı görüşmeler ise Sanırım halada sürmektedir çünkü irtibat yok en son aldığım haberde bm heyeti burada idi.

Güney Azerbaycan İrana Rus esareti korkusundan dolayı İrana katılmış sonradan yine bağımsızlığını kazanmış Tekrar İranın işgal ettiği bu topraklardaki bu bölgedeki İran Türkleri bu yıl Türk dünyasınında en büyük yürüyüşünü Tebrizde 1 milyon kişinin katılımıyla gerçekleştirmiştir. Güney Azerbaycan bölgesi olarak 2.5 milyon Türk 11 eylülde 2011 de sokaklara dökülmüş İran olayları dünyadan gizlemek için tüm iletişim sistemlerini İnternet olsun Telefon olsun Radyo Tv olsun hepsini bir anda devre dışı yapıp engellemiş ve güvenlik güçleri ile tanklar, doçka ağır silahlarla ve havadan helikopterlerle Türk şehirlerini de ablukaya almış sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı uygulamış dünyadan bu olayları izole etmiştir. Hala iletişim yok gibidir kopuk kopuk dolaylı yollardan haber alınabilmekte ve sıkıyönetim uygulanması BM heyetine rağmen devam etmekte idi.

İran Türk'leri ise yürüyüş eylemlerinde

“Haray Haray men Türkem”

Türk dili ölen değil. Fars diline dönen değil.

“Bakü Tebriz Ankara Farslar hara biz hara”

“Azeri bilmem men Türkem” sloganları ile İran sokaklarını her defasında olduğu gibi bu defada inletmişlerdir.

Fakat bölgede Türkiye gibi güçlü büyük bir İran devleti ile Türkiye'nin ikili ilişkilerin zarar görmesinden çekinmesinden midir yoksa devletimiz politikası böylemi gerektirmektedir tabii ki bu konuda olumlu veya olumsuz eleştirmemizinse doğru olmayacağını düşünerek Güney Azerbaycan'da Türk'lerin baskı ve asimilasyondan bir an önce kurtulması gerekliliğini temenni etmekte en büyük insanlık görevimiz olduğunu hatırlatmak isterim.

Fakat Türk medyasının bu olaylara karşı sessizliğini anlamak mümkün değil ve insanlıklada uzaktan yakından asla alakasıda yoktur. Sessiz kalan Türk medyasını bu tutumundan dolayı şiddetle kınamaktayım. Bu haberi vererek hiç değilse devletimizinde eline güçlendireceğine inancım tamdır. Sessiz kalmak suça ortak olmaktır Türk medyası bu konuda hem suçludur, Hemde Devletimize Milletimize ihanet etmiştir.


Bitmeyen Ermeni Sorunu

Ermeni Sorunu’nun Ortaya Çıkışı Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküntü dönemine girmesini takiben Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun teşvikiyle, İmparatorluğu oluşturan milletler birbiri ardına bağımsızlık mücadelesine girişmişler ve bunda başarı sağlamışlardır. Bu gelişmeler Ermeniler için de örnek teşkil etmiş, onlar da Osmanlıları parçalamak isteyenlerin maddi ve manevi desteğiyle yer yer ayaklanmalar başlatmışlardır. Böylece, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir "Ermeni sorunu"ndan söz edilir olmuştur.Bu dönemde dünya güç dengesinde giderek daha önemli bir devlet olarak ortaya çıkan Çarlık Rusya'sı Osmanlı Devleti topraklarını bir doğal yayılma alanı olarak kabul etmekte ve Osmanlılar’ın sırtından güneyde sıcak denizlere açılma hedefini gütmektedir. Bu hedefe ulaşmak için kullandığı başlıca araçları savaşların yanı sıra, Osmanlı yönetimi altındaki Hristiyan toplumların hamisi rolünü oynamaktır. Diğer taraftan dönemin diğer iki başlıca gücü olan İngiltere ve Fransa da Osmanlı Ermenilerini Protestanlık ve Katolikliğe kazandırmak amacındadır ve bu amaçlar bağlamında, İstanbul'da 1830'da Ermeni Katolik, 1847'de Ermeni Protestan kiliselerini kurdurmuşlardır. Rusya, İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı Ermenilerine ve diğer Hristiyan toplumlara gösterdikleri bu ilginin gerisinde esas itibariyle azınlıkları himaye görüntüsü altında Osmanlı Devleti'nin içişlerine müdahale edebilmek ve imparatorluğu parçalamak amacı yatmaktadır. 

Ermenilere bu güçlerce Doğu Anadolu'da bir Ermenistan Devleti’nin kurulması vaad edilmiştir. Halbuki söz konusu dönemde bu bölgedeki Ermeni nüfusu bölge genel nüfusu içinde ancak %15 oranında bir yer işgal etmektedir. Örneğin, en kalabalık oldukları Bitlis'de bile nüfusun 1/3 ünü dahi teşkil edememektedirler."Ermeni sorunu" için bir başlangıç noktası bulmak gerekirse, bu 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nı izleyen Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Konferansı'dır.Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nın Osmanlı Devleti'nce kabullenilmek zorunda kalınan 16. maddesi şöyledir:"Ermenistan'dan Rusya askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devleti'ne verilmesi gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı karışıklıklara yol açabileceğinden, Osmanlı Devleti, Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin, Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder".Antlaşmanın bu hükmü esas itibariyle bağımsızlık kazanmak isteyen Ermenileri tam anlamıyla tatmin etmemiş olsa dahi " Ermeni sorunu"nun tarihte ilk kez bir uluslararası belgeye yansıması ve "Ermenistan" diye bir bölgenin varlığından söz etmesi yönlerinden büyük önem taşımaktaydı. Ayrıca 1878 yılında toplanan Berlin Kongresi sonucunda imzalanan Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi ise Ayastefanos Anlaşması'nın 16. maddesi yerine şu hükmü getirmiştir :"Osmanlı Hükümeti halkı Ermeni olan eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir". Berlin Antlaşması'nın bu hükmü ile Türk – Ermeni ilişkilerine yabancı güçlerin müdahale edebilme hakkı tanınmış olmaktadır.Ermeni Komiteleri ve İsyanlar Berlin Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleridir. Sorunun ikinci yönü ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Kilikya'da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır.İlk kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevketmiştir. Doğu Anadolu'daki İngiliz Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir.Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komitelerin varlıkları, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan ve barış ve refah içinde yaşamlarını sürdüren Ermeni halkının büyük çoğunluğunun ilgisini çekmekte başarılı olamadığından kısa bir süre sonra sona ermiştir.

Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurtulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak, 1890 'da ise Tiflis'te aşırı terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır. Bu komitelere Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin "kurtarılması" hedef ve amaç olarak gösterilmiştir.İstanbul'da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçaklar’ın başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklar’ınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özelliklerini, Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ve örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan misyonerlerin büyük katkısından yararlanmaları teşkil etmiştir.İlk isyan 1890'daki Erzurum İsyanı’dır. Bunu yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı Gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon Olayları, 1894'te Samsun İsyanı, 1894'te Babıali Gösterisi ve Zeytun İsyanı, 1896'da Van İsyanı ve Osmanlı Bankası'nın İşgali, 1903'te ikinci Samsun İsyanı, 1905'te Padişah Abdülhamid'e suikast girişimi, 1909'da Adana İsyanı izlemiştir. İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna "Müslümanlar Hristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek daha geniş çapta bir uluslararası sorun niteliğine büründürülmüştür. Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, Ermeni ihtilalcilerin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlılar’ın karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak olduğunu kaydetmektedir ve büyük devletlerin diplomatik ve konsolosluk temsilcilikleri Anadolu'nun her köşesine dağılmış Hristiyan misyonerler ile birlikte Ermeni propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır. Padişah Abdulhamid’e suikast girişimi (21 Temmuz 1915)1.Dünya Savaşı ve Sonrası Osmanlıların 1 Kasım 1914 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı savaşa girmesi, Ermeni komitelerince büyük bir fırsat olarak görülmüş, Rus saflarına katılan Ermeniler gönüllü alaylar kurarak Rus işgal kuvvetleriyle birlikte Doğu Anadolu topraklarına girmişlerdir. Ayrıca, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yeni isyanlar çıkartılmış, Osmanlı kuvvetleri arkadan vurulmuş, sivil Türk halkı büyük bir katliama maruz kalmıştır. Bu katliam yalnızca Türkleri hedef almamış Trabzon civarındaki Rumlar ve Hakkari çevresindeki Museviler de katledilmişlerdir.

Bütün bunlar olurken, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale Boğazı'nı zorlamakta, Osmanlı orduları Galiçya'dan Doğu Anadolu ve Irak'a kadar çeşitli cephelerde düşman kuvvetleriyle çarpışmaktadır.24 Nisan 1915 Osmanlı Hükümeti bu durum karşısında önce Ermeni Patriği ile Ermeni toplumunun milletvekilleri ve diğer önde gelenlerine Ermenilerin Müslümanları arkadan vurmaya ve katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını bildirmekle yetinmiş; bu sonuç vermeyince, 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni Komiteleri'ni kapatarak yöneticilerinden 235 kişiyi devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklanmıştır. Dışardaki Ermenilerin her yıl "Ermeni soykırımının yıldönümü" diye andıkları 24 Nisan, işte bu 235 komitecinin tutuklandığı tarihtir.Yer Değiştirme(Tehcir) Doğu cephesinde Ermeni asıllı vatandaşlarının ihanetine uğrayan Osmanlı Hükümeti ülke bütünlüğüne karşı yöneltilen bu faaliyetlerin engellenmesi amacıyla Ermeni komitelerini kapatmanın ve liderlerini tutuklamanın yanı sıra Doğu Anadolu'da savaş bölgesi hattı içinde kalan Ermenileri 27 Mayıs 1915 tarihli bir kanun çerçevesinde imparatorluğun güneydeki savaş dışı kalan bölgelerine (Suriye'ye) sevketmiştir.Ermeni tarihçi Leo'nun da belirttiği gibi, Osmanlı Hükümeti "Rus kışkırtmalarına kapılarak ve Rus silahlarına güvenerek karışıklık ve isyanlar çıkaran Ermeni komiteleri karşısında kendi varlığını korumak hakkını kullanmıştır". Tehcir uygulaması Ermeni çevreleri ve düşman devletlerce "Ermeni katliamı" olarak adlandırılmış ve Osmanlılara karşı büyük bir propaganda kampanyası başlatılmıştır.Oysa tehcir güvenlik nedenleriyle belirli bir grubun belirli bir yerde ikamete mecbur edilmesi uygulamasından ibarettir. Savaş halinde düşman ile işbirliği yaptığı sabit olmuş ve üstelik bu işbirliğini bir iftihar kaynağı olarak gören toplulukların zararlı faaliyetlerinin önlenmesi bakımından belirli bir yerde ikamete mecbur edilmesinin devletin en doğal haklarından biri sayılması gerekir. Bu önlem ülkesinin güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından benzer tehlikelerle karşılaşan tüm devletlerin başvurduğu bir uygulamadır. Başta ABD olmak üzere İkinci Dünya Savaşı'nda bile çok sayıda devlet tarafından aynı önleme başvurulmuştur.Ermeniler’in Verdiği Kayıplar Ermeniler’in Doğu Anadolu'daki çarpışmalar ve tehcir sırasında kayıplar verdikleri doğrudur. Bunu kimse inkar etmemektedir. Bir dünya savaşı ve ayaklanma koşullarının oluşturduğu genel asayişsizlik ortamı ve kişisel kin ve intikam duyguları içinde, techir sırasında kafileler bazı saldırılara uğramıştır. Osmanlı Hükümeti bu durumu elinden geldiğince önlemeye çalışmış ve sorumluları da cezalandırmıştır. Osmanlı Hükümeti'nin yayınladığı çeşitli emirlerde, nakledilen Ermenilerin can ve mal güvenliğinin sağlanması, iaşe ve ibadet ihtiyaçlarının devletçe karşılanması, kafilelerin güvenliğinin özel görevlilerce sağlanmasına ilişkin ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Bu emirlerden halen yabancı ülkelerin arşivlerinde de mevcut olan bazıları şöyledir:"Nakli gereken Ermenilerin yeni yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır. Varışlarından yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar iaşeleri mülteci tahsisatlarından karşılanmalıdır. Bunlara daha önceki mali durumları ve hali hazır ihtiyaçlarına göre mal ve toprak dağıtılmalıdır, ihtiyaç sahipleri için evler yapılmalı, çiftçi ve ihtiyaç sahibi zanaatkarlara tohum, alet ve teçhizat temin edilmelidir."Bu emrin tamamıyla Ermeni isyancı komitelerinin genişlemesine karşı bir önlem olması nedeniyle, Müslüman ve Ermeni gruplarının karşılıklı katliama girişmelerine yol açacak şekilde yerine getirilmesinden kaçınılmalıdır.Yeniden yerleştirilen Ermeni gruplarına refakat etmek üzere özel görevliler temini için düzenlemeler yapılacaktır.Yoksul göçmenlere yeterli yiyecek verilmeli ve sağlık durumları her gün doktor tarafından denetlenmelidir. Hasta, kadın ve çocuklar trenle, diğerleri ise dayanıklılıklarına göre katırla, araba içinde veya yaya olarak gönderilmelidir. Kamplarda veya yolculuk sırasında göçmenlere karşı bir saldırı vuku bulursa, bu saldırılar derhal püskürtülmelidir.Öte yandan, savaş günlerinin güç koşullarını, araç, yakıt, gıda, ilaç ve diğer imkanların yetersizliğini, ağır iklim şartlarını ve tifüs gibi salgın hastalıkların yol açtığı tahribatı da göz önünde tutmak gereklidir. 

Örneğin 90.000 kişilik bir Osmanlı kolordusunun Doğu cephesinde sırf soğuk ve salgın hastalıktan kırıldığı unutulmamalıdır. Cephelere uzak bölgelerde, hatta İstanbul'da günün koşulları altında dahi büyük sıkıntılar çekilmiştir. Bu güçlükler sadece Ermeniler için değil, tüm Osmanlılar için eşit ölçüde geçerlidir. Uğranılan acılar herkes için ortak acılar olmuştur.Sevr ve Lozan AntlaşmalarıOsmanlı Devleti’nin savaştan yenik çıkmasıyla imzalanan Sevr Antlaşması Ermenileri bir kez daha umutlandırmıştır. Bu Antlaşmada Ermenistan'ın özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanınması öngörülmekteydi. Sınırın tesbiti ise ABD Cumhurbaşkanı Wilson'ın takdirine bırakılmaktaydı.Sevr Antlaşması’nı geçersiz kılan ve Türkiye Cumhuriyetini kuran 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nda ise Ermeniler hakkında hiçbir hüküm yer almamaktadır. Esasen, Lozan Antlaşması’ndan önce 16 Mart 1921'de Rusya ile imzalanan Moskova Anlaşması Türk-Rus sınırını çizmiş, bu sınır Kafkasya'da Erivan merkez olarak kurulan Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti tarafından da 13 Ekim 1921 tarihli Kars Anlaşması ile kabul edilmiştir. Ermeni toprak talepleri böylece tarihe gömülmüştür.

Abdullah Çatlı Kimdir ?


Türk kamuoyunda en çok tartışılan isimlerin başında hiç şüphesiz Abdullah Çatlı gelir. Kimileri çatlı için “kendi menfaatine çalışan bir mafyaydı” diyor kimileri de çatlıdan “bir kahramandı, vatanı uğruna her şeyinden geçen bir ölümsüzdü” diye bahsediyor. Ben Çatlı’dan “mafya” diye bahsedenlere sadece şunu diyorum : “birazcık vicdanınız olsun, elinizi vicdanınıza koyun, ülkesi uğruna canından geçen bir kahramanı bu kadar acımasızca yaftalamayın” Çatlının “mafya mı yoksa bir kahraman mı” olduğuna eylemlerine bakılmaksızın karar verilemez. Çatlıyı ölümsüzleştiren en önemli olay “ASALA” terör örgütüne indirdiği ölümcül darbedir. Peki nedir bu ASALA? Amaçları ve eylemleri nelerdir? Şimdi biraz bu örgütün yaptıklarına bakalım ve çatlının Türk milletine nasıl büyük bir hizmet verdiğini daha iyi anlayalım. Tam adı ile “Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu”, Türkiye dahil 16 farklı ülkede Türk ve diğer mülki ve diplomatik hedeflere karşı terör eylemlerinde bulunmuş, solcu ve aşırı milliyetçi bir ermeni terör örgütüdür. ASALA, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmiştir. Bu saldırılarda Türkiye'nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır. ASALA ayrıca Türkiye’nin hala en büyük baş belası olan “PKK/Kongra-Gel/KADEK” terör örgütüyle de iş birliği yapmıştır. Türk devletinin diplomatlarını şehit eden, vatandaşlarını öldüren,Türk milletine acılar yaşatan bu terör örgütüne karşı devletimizde boş durmadı.Devletine hizmet ederken evinin eşyası dahi olmayan, Hayatını vatanı için feda eden, ölümü göze alan, ailesini tehlikeli bir yaşamın içine sürükleyen Abdullah ÇATLI adlı yiğit sırayla şu eylemleri yaptı :
• 14 Kasım 1982: Hollanda/Utrecht, Nubar Yalımyan’ın öldürülmesi.
• 22 Mart 1983: Fransa/Paris, Ara Toranyan’ın otosuna bomba konulması
• 03 Temmuz 1983: Fransa/Paris, Ara Toranyan’ın babasının emlak dükkânına bomba konulması Ermeni kitapevinin bombalanması.
• 07 Temmuz 1983: Hollanda/Hengelo Suriz, Ermeni Kahvesinin taranması.
• 08 Temmuz 1983: Hollanda Enschede, Ermeni Gençlik Örgütü ve lojmanlarının kundaklanması.
• 27 Temmuz 1983: Fransa/Alfortville, Ermeni Kültürevi ve ASALA’nın basın bürosunun bombalanması.
• 28 Temmuz 1983: Fransa/Paris, Ermeni Kültürevi Radyoevi ve basın bürosunun bombalanması.
• 06 Aralık 1983: Fransa/Paris, Ara Tornayan’ın otosuna ikinci bombanın konulması.
• 17 Mart 1984: Fransa/Marsilya Ermeni Gençlik örgütü binasının bombalanması.
• 01 Mayıs 1984: Fransa/Paris, Henry Papazyan’ın otosuna bomba konulması .
• 04 Mayıs 1984: Fransa/Alfortville, Ermeni Anıtı, Ermeni Gençlik Örgütü binası, spor salonu ve Karakol ile itfaiye binasının bombalanması.
• 24 Haziran 1984: Fransa/Paris, Ermeni Gençlik Yurdunun bombalanması.
• 25 Kasım 1984 Fransa/Salle Pleyel, 16 Ermeni örgütünün yaptığı konser salonunun bombalanması.
• 05 Aralık 1985: Ermeni bir şahsın öldürülmesi.
• 15 Aralık 1985: Fransa Lyon, Hayk Değirmencioğlu’nun öldürülmesi.

Çatlı adlı bu yiğidin hizmetleri sadece yurtdışında yaptığı eylemlerle sınırlı kalmıyordu. Türkiye içinde de pkk’ya yardım ,yataklık eden Ömer Lütfü Topalın ve pkk’ya silah ve mühimmat sağlayan Behçet Cantürk'ün öldürülmesi, Çatlı'nın devletine yapmış olduğu bir diğer hizmetlerdi. Yaptığı eylemlerin bütününe baktığımızda Türk milleti için zararlı kişilerin temizlenmesi söz konusudur. Kendi menfaati içinse bu yiğit neden kendini bu ateşin içine atsın? Bu tehlikeleri göze alan, hayatını hiçe sayan, ailesini ölüme sürükleyen, hayatını milletine hizmet etmeye adamış birisinin “mafya” diye nitelendirilmesi, küçültülmesi, emeklerinin göz ardı edilmesi ne kadar şerefli bir davranıştır? Bir Türk ata sözü şöyle der; “Yılan eğri akar büğrü akar, deliğine geldi mi dosdoğru akar”. Hiç değilse yılanlar kadar milletimizin evlatlarına sahip çıkalım beyler!